Dijital Öyküler #1: Tehlikeli Kodlar
Teknolojinin hayatımızda kapladığı yerden bu satırları okuyan birine bahsetmek sanırım yersiz olur. Yalnız ne okuduğumuz öykülerde ve kitaplarda ne de izlediğimiz filmlerde ve dizilerde teknolojiden, en büyük gündemlerimizden biri olan kariyer yolculuklarımızdan neredeyse eser yok; distopik bazı teknoloji senaryolarını hariç tutuyorum. Sıradan, her gün zihinlerimizde dönen konulardan ve gerçeklerden bahsediyorum…
Durum böyleyken Nuriye Doğu ile beraber onun öyküyü yazdığı, benimse yukarıda bahsettiğim detayların öyküye yedirilmesinde yardımcı olduğum bir seriye başlamaya karar verdik: Dijital Öyküler
Çayınızı/kahvenizi hazırlayın, zira bu hızla scroll edeceğiniz türden bir derleme değil. :) Yorumlarınızı merakla bekliyoruz, her zaman olduğu gibi okuyor olduğunuz bu e-postaya yanıt verebilirsiniz.
Keyifli okumalar!
Nuriye Doğu & Erman Taylan
Yaratılan iyiliklerin, güzelliklerin, faydaların küçük bir kırılmayla ne tür fenalıklara dönüşebildiğine defalarca şahit oldu bu dünya. Çünkü insanoğlu iyiyle kötünün ya da bildiğimiz diğer tüm zıtlıkların kıyısında, sınırında. Ama kime sorsak sınırın ‘iyi tarafında’ kalmak ister. Faydalı olmak. Kötülüğe eşlik etmemek hatta şahit olmamak. Buna itirazı olan var mıdır? Sanırım yoktur.
Onun da yoktu. İlk icadını 11 yaşında, ilkokul 5'inci sınıfta hayata geçirmişti. Yaşlılara ilaç saatlerini hatırlatan küçük, basit bir düzenekti. Ama onun için çok değerliydi. Dedesini, yalnız yaşadığı evinde bir sabah ölü bulduklarından tam 2 sene sonra gerçekleştirmişti kafasındaki bu projeyi. Öğretmenlerinin de desteğiyle katıldığı bir yarışmada ödül bile aldı hatta. Sonra birkaç huzurevine de götürdüler onu ve ‘hayat kurtaran’ minik ilaç düzeneğini. Çok mutluydu, ailesi de gururlu. Tabii bununla kalmadı. Arkasından sokak hayvanları, engelliler, çocuklar, hastalar geldi. Zaten hep hassas ve duyarlı bir çocuktu, aynı zamanda da bilime, bilgiye meraklı. Etrafına fayda sağladığını görmek onu daha da heyecanlandırdı, büyüdükçe hayalleri de onunla birlikte boy attı. Artık farklı bir kulvardaydı. Basit düzenekler, karmaşık projelere evriliyordu.
Lise biterken çok önemli bir şans yakaladı ve yine derece aldığı, bu kez büyük bir ‘robotik turnuvası’nın ödülü olarak takımıyla birlikte ABD’ye gitti. Geliştirdikleri, görme engellilerin yol bulmasında kullanılan robot orada da epey ilgi çekti. Gördüğü, izlediği, katıldığı, tanıştığı herkes ve her şey rüya gibiydi. Ve sonra en zor kısım geldi çattı; üniversite! Yıllardan beri hayalini kurduğu üniversitenin bilgisayar mühendisliğini kazanmak için can atıyordu. Tabii bunun için canla başla çalışıyordu da. Ailesi de bu yolda hiçbir fedakarlıktan kaçınmamıştı. “Bizim sokakta kimsenin evinde bilgisayar yokken, bizim oğlan yalayıp yutmuştu tüm programları” diye anlatırdı mesela babası hâlâ o günleri. Bu cümle hem gurur, hem de biraz hüzün içerirdi. Çünkü o yıllarda babasının bir yaz bile onlarla tatile çıkabildiğini hatırlamazdı mesela. Neredeyse izinsiz çalışırdı, o ve kız kardeşi için.
Sonunda tüm bu çaba boşa çıkmadı. O üniversite ve bölüm kazanıldı, hem de yüzde 100 bursla. Ailecek bir oh çektiler. Hatta o yaz, yıllardan sonra ilk kez hep birlikte tatile bile çıktılar. Erdek’te bir pansiyonda, belki de hayatlarının en güzel bir haftasını geçirdiler. Sonra bir daha kaldığı hiçbir lüks otel, o pansiyonun yerini tutmadı. Ve yaz bitti, okullar açıldı. Ailesiyle vedalaştı, İstanbul’da üniversitenin yurduna yerleşti. Asıl savaş şimdi başlıyordu. Burada herkes zekiydi, herkes hevesli. Hatta bir çoğu da zengin ve bu yolda daha avantajlı. Ama yılmadı, derslere öyle bir asıldı ki, adeta programlanmış bir makina gibi kusursuz başlamıştı üniversite hayatı. Bu sırada bir sürü etkinliğe katılıyor, gördüğü her projeye başvuruyordu. Daha ilk dönemden temel bilimlerin yanında aldığı ‘programcılığa giriş’ dersinde dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştı. Hocasının ilk derste sorduğu o ilk soru da göstermişti zaten; lise yıllarını onun kadar kodlamayla içli dışlı geçirmiş kimse yoktu. Birinci yıl biterken çok iyi bir ‘yazılım geliştirici’ olmak istediğinden artık emindi. Yaz tatilinde bile ‘C Programlama Dili’ üzerine çalışıyor, hatta çoğu geliştiricinin pek ilgilenmediği C’nin ‘derleyicisi’nin bile nasıl işlediğini anlamaya kafa patlatıyordu.
Ama bir yandan da aslında çok önemli bir eksiklik yaşıyordu. Etrafında çok insan olmasına rağmen ne yakın bir arkadaşı ne de sevgilisi vardı.
Bu durum, özellikle ders çıkışı gidilen kafe ve barlarda hissettiriyordu kendini. Sınıfta olduğu kadar öne çıkamıyor ya da rahat edemiyordu bir türlü. Sonra bu duruma da alıştı ve bir kız arkadaş bulma fikrinden vazgeçip neredeyse tüm zamanını kodlamayla geçirmeye devam etti. Ta ki bir salı sabahı bahçede o mavi hırkalı kızı görene kadar. Yeniden fikir değiştirdi, tanışacaktı.
Ertesi gün yaptı da, tanıştılar. Kız başta pek yüzüne bakmadı. Ama bugüne kadar neler başarmıştı, bunu da yapabilirdi. Bir süre takip etti. Kızın sevdiği şeyleri not aldı, okuduklarına baktı, yiyip-içtiklerini, rutinlerini ezberledi. Bir gün mutlaka işine yarayacaktı. Ve o gün geldi. Hayat işte, her şey her zaman kitaplarda ya da filmlerde olacak değil ya. Gerçekte de olur, bir üniversitenin tuvaletinde bile olur. Kız, her yemekten sonra istisnasız hızlıca tuvalete gidiyordu. Ve kilo takıntısı vardı. Zayıflığına rağmen kendini kilolu buluyordu. Etrafındakilerden çok duymuştu. O gün peşinden gitti. Tahminleri doğru çıktı, kız içeride kusuyordu. Bulimiaydı. Risk aldı, kapıda bekledi. Oracıkta bir hikaye uydurdu, “Kız kardeşimin de başına geldi ama şimdi çok iyi” diyecekti. İlk yalan! İyi bir şey elde etmek için kötüleşme hakkını kullandı. Doğrusu, yanlışı o an için farketmezdi. İşler yolunda gitti, kız önce çekinip tepki verse de, kısa sürede yumuşadı, konuşmaya başladı. Sonra devamı da geldi. Kıza yardımcı olmak için bulimia hastalığını o kadar çok araştırdı ki. Gerçekten de aileden biliyormuşçasına ayrıntılı bilgiler edindi, epey de yardımı dokundu. Ve işte oldu, sonunda arkadaştılar!
Arkadaşlıklarında kötü bir anı paylaşmış insanların yakınlığı vardı. Gün geçtikçe samimiyetleri arttı. Tabii daha fazlasını istiyordu artık. İlk aşkı olacaktı. Ama olmadı. Kız iyileşti, destekleri için hep çok teşekkür etti. Sonra gitti, kızın neler yaşadığından haberi bile olmayan bir çocukla çıkmaya başladı. Nasıl bir hayal kırıklığı! Onun için yalanına kız kardeşini bile alet etmişti. Doğru bildiğinden şaşmaya değer miydi? Bir gün gidip itiraf da etti zaten. Söylemiştik ya hassas biriydi, ailesi üzerinden fayda sağlamayı içine yediremedi. Ya da belki sonuç istediği gibi olsa, yalanı aklına bile gelmeyecekti. Bu da insanoğlunun karanlık sırlarından biri olarak burada kalsın. Biz devam edelim.
Sosyal hayatındaki bu başarısızlık sonrası da yine kendini tamamen kodlamaya verdi. Bu sırada uluslararası bir teknoloji şirketinin açtığı yarışmada, 3 aylık staj için Türkiye’den kabul edilen sayılı öğrenciden biri oldu. Bu stajla birlikte yapay zeka konusunda kendini geliştirme fırsatı buldu. Döndüğünde, son sınıfta da bu alana eğilerek, bitirme projesini yapay zeka teknolojisi üzerine yaptı. Proje yine insani bir probleme çözüm arıyordu. Özellikle uzun yol şoförleri için geliştirdiği yeni nesil kamera prototipi, dikkati dağılan ya da uyuklayan şoförü analiz ediyor ve uyarıyordu. Proje yola çıkarken hayal ettiği gibi, ticari olarak hayata geçmese de, hocalarından büyük beğeni toplayıp, dönem birincisi seçilmeyi başardı. Okul böylece bitti.
Aranan bir mühendisti. Kendisine gelen tekliflerden birini seçerek, Türkiye’nin önde gelen bankalarından birinin yapay zeka takımında çalışmaya başladı. Kısa sürede yöneticisinin gözünde takımın yıldızı haline geldi. Farklı alışkanlıklara ve hayatlara sahip milyonlarca müşterisi olan bankanın, müşterisine daha kişisel kampanyalar yapabilmesini sağlayan bir projede çalışıyordu. Daha ilk yıldan proje hedeflerin üzerinde bir başarıya ulaşınca, terfi bile aldı. Tahminlerinden ve onunla beraber mezun olan arkadaşlarından çok daha iyi para kazanıyordu. Hatta babasına destek olmaya bile başlamıştı.
Böylece iki yıl geçti. İşler dışarıdan çok iyi görünse de, bir süre sonra hem kurumsal dünya, hem de kendini tekrarlayan işler gözünde anlamını yitirmeye başladı. Baştan beri hayal ettiği şey bu değildi. Tam da kafasının karıştığı bu dönemde; boş zamanlarında açık kaynak kodlu projelere verdiği destek ve yazılım komünitelerinde aktif olarak yer alması ona yeni kapılar açtı. Ve bir gece hayatını değiştirecek o LinkedIn mesajı geldi: Dünyaca ünlü bir teknoloji şirketi, yeni geliştireceği otonom aracın proje takımında ona da yer vermek istiyordu. Pozisyon ‘uzaktan’dı, ileride Amerika’ya taşınma ihtimali vardı. İşte bu harikaydı!
İnanılmaz heyecanlıydı, ailesi de yine gururlu tabii. “Çok güzel bir iş başaracağız, gör bak işte baba teknolojinin gücü” diyordu her aramasında. Ayrıntıya girmiyordu. Zaten ailesi için de önemli olan başarısıydı. Proje inanılmazdı. Her gün milyonlarca kişiyi taşıyan şehiriçi otobüsler otonom yani sürücüsüz hale getirilecekti. Projede duraklar ve araçlar, geliştirilen uygulama üzerinden kontrol ediliyordu. Otobüsler gerçek zamanlı takip edilen büyük veriyle duraklardaki yoğunluğa göre rota belirliyordu. Böylece araçlara kapasitesinden fazla yolcu alınmayacak; insanlar daha konforlu ve güvenli bir şekilde seyahat edecekti. Yani her sabah işe ya da okula giden milyonlarca insan ‘sıkış tıkış’ otobüslerden kurtulup, ‘servis’ rahatlığına erişecekti.
Yapılan çalışmalara göre, bu sistem toplu taşımadaki kaza oranını da yarı yarıya azaltacaktı. İşte özellikle bu kısım çok heyecanlandırıyordu onu. Prototip zaten hazırlanmıştı, şimdi seri üretim için çalışıyorlardı.
Hayatında bambaşka bir dönem başlamıştı. Saat farkından dolayı gecesi gündüzüne karışsa da, yaptığı işten gerçekten tatmin oluyordu. Maddi-manevi özgüveni bir hayli yükselmişti. Her ne kadar çalışmaktan pek gözünü açamasa da bu canlılık, özel hayatına da yansımıştı. ‘Dating app’lerde epey zaman geçiriyordu, her boş vaktinde de görüşecek birilerini buluyordu mutlaka. Başta hoşuna gitmişti bu ‘kalabalık’ ama aslında eskiden bir hayli eleştirdiği o yerdeydi artık o da. Demek ki insan gerçekten her yöne çekilebiliyordu. Ve çekildiği yer her neresiyse bir süre sonra normali o oluyordu. Galiba aşk yoktu, sarışınlar değil ama bu gidişat biraz boktu!
Artık 1 yıla yaklaşmıştı, proje iyi gidiyordu. Neredeyse 1 yıldır sadece ekrandan gördüğü ekip arkadaşlarını, şirketin merkezi San Francisco’da her yıl düzenlediği ve tüm çalışanlarını davet ettiği etkinlikte ilk kez görme fırsatı bulmuştu. İşler gittikçe daha da yoğunlaşıyordu. Takım lideriyle çok fazla zaman geçirmeye başlamıştı. Başlarda seviyordu aslında adamı. Hayranlık duyuyordu. Ama zamanla bir şeyler değişti. Adamın aceleciliği ve körü körüne hedef tutturma hırsından rahatsız olmaya başlamıştı. Çünkü performans ve kod kalitesini ikinci plana atıp, sadece tarihlere kitlenmek ona doğru gelmiyordu. Zaman zaman takımdan başka kişilerin de şahit olduğu bu konudaki tartışmaları, aralarını iyice bozar olmuştu. İşte ilk çatlak…
Bu kadarla kalsa iyiydi ama çatlak büyüyordu. Sektörde konuşulmaya başlanmıştı, rakip firma da büyük bir atağa hazırlanıyordu. İlk duyumlara göre, benzer bir fikir üzerinde çalışıyorlardı. Ama zaten artık teknoloji devleri sürekli birbirlerinin alanına giriyordu. ‘Yani kimin eli kimin cebinde’ meselesiydi biraz. Şirket karıştı, toplantılar arttı, nefes almadan çalışıyorlardı. Derken işlerin kapsamı giderek küçültülüp, lansman tarihi öne çekilmeye başlandı. “Zamanımız az, hızlanıyoruz” dendi. Ama nasıl olacaktı? En son saha test süresinin de kısaltılması bardağı taşıran son damla oldu. Bu aracın gerçek caddelerde, güvenli ortamlarda aylarca test edilmesi, bu süreçte karşılaşılan eksiklerin düzeltilmesi gerekiyordu. Aksi halde yeterince test edilmemiş kod, büyük risklere yol açabilirdi. İşin içinde insan hayatı vardı; ‘tehlikeli kodlar’ yazmaktan korkuyordu.
Hiç istemese de dikildi takım liderinin karşısına. “Olmaz” dedi: “Daha iki yılımız vardı, bu testler 4 aya sıkıştırılamayacak kadar kritik, bunu siz benden daha iyi biliyorsunuzdur.” Tabii ki ondan iyi bileceklerdi. “İşine bak, ne deniliyorsa onu yap, karışma” cevabını aldı. Ne de olsa adamın umrunda olan tek şey, işi tam zamanında teslim etmek, ekibinin sesini kesmek ve finalde alacağı devasa bonustu çünkü. Yoksa ‘hayatı kolaylaştırmak’ için çıkılan yolda, ‘birine zarar verme riski’ aklına gelecek en son şeydi sanki.
İçi içini yemeye başladı. Aslında onunla aynı fikirde olanlar da vardı ekipte ama günün sonunda herkes verilen sürede işi teslim etme çabasına girmişti. Sadece hak veriyorlardı, kimsede aksiyon alacak cesaret yoktu. Bir yandan da sonunu düşünmeden projenin büyüsüne kapılmışlardı. Sorumluluk büyüktü. Tabii bunu gören sadece o değildi. Yönetimde de konuşuluyordu. Ama ne olurdu ki en fazla, örneği çoktu. Yaşanacak negatif bir olayda, biri dava açar, en fazla tazminat öderlerdi. Bu sürede eksiklikler giderilir, piyasaya çok daha güçlü dönerlerdi. Yeter ki proje diğer şirketten önce lanse edilsindi. Şirketin borsadaki yatırımcılarının da tek isteği buydu. Zaten hukuk departmanı şimdiden olası aksaklıklar için görevlendirilmişti, birçok farklı senaryo üzerinde çalışılıyordu. Olası bir durumda ödenecek tazminat, hiçbir koşulda bu projeden beklenen cironun yanına bile yaklaşamazdı. Yani proje her durumda akıyordu.
Ama onun için değil. Ya diğerleri gibi durumu kabullenip, akışa teslim olacaktı. Ya da onca zaman öğrendiği ve doğru bildiklerini karşısına alacaktı. İşin teknik kısmı bir yana, asıl kafasına takılan, projeye başlarken hissettiği o manevi tatmin neredeydi? İnsanların hayatını kolaylaştırmak için çıktığı yoldan küçücük bir sapma bile, çocukken yaptığı o küçük ilaç düzeneğine ihanet olmayacak mıydı? Tüm gece düşündü, her şeyi en baştan gözden geçirdi. Tarafını seçmeliydi.
Seçti. Ertesi sabah takım lideriyle birebir toplantısında anlattı derdini. Artık projede yer alamayacağını söyledi. Önce ikna etmeye uğraştılar, maaşını artırmak istediler, yeni imkanlar sundular. Ama kabul etmeyeceğini anlayınca da aynı hızla bir sürü gizlilik sözleşmesi imzalattılar. Bildiklerini kendine saklaması ve kimseyle paylaşmaması için. Hepsini imzaladı. “Bu sektör böyle duygusallığı kaldırmaz, biraz cesur ol, risk al, çok pişman olursun” dedi takım lideri. Dinlemedi bile. Her şey bittikten sonra şirketçe kullandıkları mesajlaşma uygulamasını silerken son konuşmaları okudu: “Hazır olun, büyük gün yaklaşıyor!”
Birkaç gün sonra çok özlediği ailesinin yanına, bir süreliğine dinlenmeye gitti. Ailesi şaşkın ve üzgün olsa da kararını desteklediler. Şirkette ise proje tam gaz ilerliyordu. O günden sonra akıllarına bile gelmemişti. Ne de olsa bu dünyada kimsenin yeri doldurulamaz değildi.
~ Bitti ~