Dijital Öyküler #2: Yanlış Takip
Herkese merhaba! Dijital Ürünler’den doğan Dijital Öyküler’in ilki çok beğenilince ikincisi geldi! :)
Hafızalarınızı biraz tazelemek gerekirse; teknolojinin bugünün popüler kültürünün bize sunduğu çoğu dizi, film ve kitapta gördüğümüz gibi distopik bir hikayeyle sınırlı kalmadığı, günlük hayatımızdaki ‘dijital dünya’yı öyküleştirmek için yola çıkmıştık. Yani sıradan, her gün zihinlerimizde dönen konulardan ve yaşadıklarımızdan…
Dijital Öyküler’in ilki olan Tehlikeli Kodlar’ın ardından bugün de Yanlış Takip sizlerle. Öykü yine aslında teknolojiyle çok da yakın olmayan sevgili eşim Nuriye Doğu’dan.
Keyifli okumalar!
Nuriye Doğu & Erman Taylan
İletişim araçlarının sonsuz ama iletişimin çoğu zaman sonuçsuz kaldığı zamanlardı. İnsanlar zekiydi, yetenekliydi, başarılıydı ama sessiz ve derinden yükselen bir sorun vardı: Konuşamıyorlardı. İletişim, hele ki kadın-erkek ilişkileri gitgide zayıflıyordu, o kadar incelmişti ki artık birbirlerine kemikleri batıyordu. Konuşmak, anlamaya çalışmak yerine kafalarındaki soruların cevabını bambaşka yollarla arayıp bulmaya çalışıyorlardı. Fazlasıyla karmaşıktı. Güvensizlik, şüphe, kaygı artık en yoğun hislerdi. Peki sorun kimdeydi?
Onların da çok farklı değildi hikayesi; zaten o yüzden bir gariplik hissetmiyorlardı kendilerinde. Çünkü herkes öyleydi, dostları, iş arkadaşları. Herkesin ilişkisi bir garipti ama normaldi de, çünkü artık öyleydi işte. Aranan kılıf bulunmuştu! Amaan canım ne olacaktı zaten; herkes yoğundu, işler çoktu, oturup iki çift laf etmeye vakit yoktu. Telefonunu, tabletini alan çekiliyordu köşesine. Ondan sonrası koca bir muamma! Tabii ki çok güveniyorlardı birbirlerine, olur muydu hiç öyle şey, başkasına bakarlar mıydı? Sosyal medya işte, bakıp kapatırlardı. Kim çıkarıyordu bu lafları?
Ama işin iç yüzü hiç de öyle değildi. Neredeyse iki yıldır birlikteydiler, 8 aydır da aynı evde. Ayça, dijital pazarlama yöneticisiydi; Selim iç mimar. Yoğun olmadıkları tek bir gün yoktu sorsanız. Dışarıdan, özellikle de sosyal medyadan mutlu görünüyorlardı -çoğu çift gibi-. Ayça, ilişkilerini daha çok ‘göstererek’ yaşamaktan hoşlanıyordu. Bu durum kendini güvende hissettiriyordu belki de. Selim bu mevzuya biraz daha uzaktı, dışarıya kapalıydı. Zaten bu yüzden de ilgisini çekmişti Ayça’nın. Geçmiş zamanlarda peş peşe yaşadığı sosyal medya kazalarını unutamıyordu bir türlü. Korktuğu da her seferinde başına geliyordu. Hepsinden önce zaten ailenin kadınlarından kalma bir travma vardı peşinde: Aldatılmak! Bu kötü şansın anneannesinden annesi ve teyzelerine şimdi de kendisine bulaştığına inanıyordu. Ne kötü bir miras!
Anneannesinin mektuplardan, teyzelerinin alt mahalleden, konu komşudan haberdar olduğu aldatma hikayeleri Ayça’da online mecralarda vuku bulmuştu hep. Teyzesi komşunun evini basardı, Ayça DM kutusunu! Bu korkusunu hiçbir sevgilisiyle açıkça paylaşmamış, hep diken üstünde, sürekli takipte kalmıştı. İşinden ötürü sosyal medyayla arası çok iyiydi. Tüm incelikleri bilirdi. Müthiş bir ‘stalker’a dönüşmüştü yıllar içinde. Yetişemediği yerde de şirketteki yazılımcı çocuklardan destek alıyordu. Dijital bir ajana dönüşmüştü neredeyse. Hiçbir işe yaramayan ‘profilime kimler baktı’ uygulamalarına bile tonla para harcamıştı. Tüm bu uygulamaların -deyim yerindeyse- esiri olmuştu neredeyse.
Dedik ya, Selim’in sosyal medyayla pek arası yoktu. ‘Fake’ hesaplarından da araştırmıştı, gerçekten ilgilenmiyordu. Hatta birkaç küçük denemesi olmuştu; mesaj attı, cevap bulamadı. Ama Ayça daha fazlasını yapmak istiyordu, mutlaka bir şey bulacaktı. İşyerindeki yazılımcı çocuklardan birinden yardım istedi. Yeni hedef Selim’in mailbox’ını keşfetmekti. Çocukların geliştirdiği özel bir yazılım, Selim’e ‘gmail’miş gibi mail attı, bu işlerden pek de anlamayan Selim adres çubuğunda ne yazdığına dikkat etmeden tıkladı linke, girdi şifresini. Ve o anda hoop şifre artık Ayça’daydı. Üstelik bunu sadece bir öğlen sushi ısmarlayarak halleti Ayça. Yani bu kadar kolaydı. Tabii ki Selim’in ‘two-factor authentication’ kullanacak hali de yoktu.
Bunlar yaşanırken, Selim her şeyden habersiz; Ayça da sanki her şey çok normalmiş gibi yaşamına devam ediyordu. İyice robotlaşmaya başlamıştı artık. İki yüzlü bir robotluk. Aynı evin içinde en uzun cümlelerin genelde ‘akşam ne yesek, ne izlesek’ etrafında döndüğü garip bir ilişkiydi bu. Birbirlerini tam olarak tanımıyorlardı bile. Ama başta da demiştik ya, bunu sorun etmiyorlardı, etraflarındaki tüm çiftler aşağı yukarı böyleydi ne de olsa. Sanki önemli olan sadece ‘çift’ olabilmek gibiydi bugünlerde.
Bu son hamleyle artık Ayça, üç mailbox kullanıyor olmuştu, kendi şahsi mail’i, şirketinin mail’i ve Seliminki. Ancak iş dışında gelen mailler Ayça’yı bir türlü tatmin etmiyordu. Hatta tüm o futbol, sinema ya da pazarlama gönderileri Ayça’ya “Vay be benim sevgilim ne kadar da masummuş” dedirtecek cinstendi. E-ticaret siparişleri, her ay sonu gelen kredi kartı ekstresinde de bir gariplik yok gibiydi. Ters giden bir şey arıyordu, yine bulamadı.
Ama o kadar takıntılıydı ki, iş en son, başta masum gözüken yemek siparişlerine kadar gitti. Açtı geçmiş siparişlerini, üşenmeden tek tek inceledi. Akşamları birlikte söyledikleri yemekleri ya da nadiren öğlen ofise sipariş ettiklerini elediğinde haftada üç gün, neredeyse aynı saatte verdiği iki kişilik siparişler kaldı geriye. Çoğunlukla iki hamburger, pizza, bazen iki pide ya da köfte. Bazı günler yanında da pasta. Sonunda bir iz bulmuştu işte. Hikaye hemen hazırdı: Bu kişi, kesin eve gelmeden önce buluştuğu bir kadındı. Yemek yiyor, birkaç saat takılıyor, çıkıp eve geliyordu. O arada çıkan fazla mesailer de kesin yalandı tabii. Kör talihi peşini yine bırakmamıştı, bu kez iki hamburgerle ortaya çıkmıştı aldatıldığı. Garipti, üzüntüden çok bunu çözmüş olmanın gururuydu hissettiği. Hemen uygulamadaki adresi mail attı kendine, evlerine de bir hayli uzaktı. Kimdi bu kadın? Ne de çok yiyordu!
Kimseye söylemedi yine, o akşam evde Selim’e de hiçbir şey belli etmedi. Zaten saklamakta çok iyiydi. Yemek söylediler, iki hamburger. Ve o günkü işlerinden ikişer cümle bahsedip, sessizce yediler. Sonra herkes çekildi yine kendi köşesine. Selim çalışma odasına gidince, Ayça açtı yine mailbox’ı. Bugün de aynı adrese iki kişilik yemek söylenmişti. Kararını verdi, yarın sabah ilk iş oraya gidecekti. Gitti de. Ama gördüğü karşısında şok oldu. Burası bir çocuk yuvasıydı. Çocuk yetiştirme yurdu. Sorup soruşturdu ki, Selim gönüllü abilik yapıyor ve haftanın bazı günlerinde oraya gidip bir çocukla vakit geçiriyor, ona sevdiği yemekleri sipariş edip birlikte yiyordu. Utancından o akşam saatlerce sokaklarda yürüdü, eve gidemedi.
İki günün ardından Selim’e anlatmaya karar verdi. Önce çok sinirlendi Selim, sonra konuştukça sakinleşti. O gece ilk kez sabaha kadar hararetle konuştular. Ne Selim’in Ayça’nın bu dijital ajanlık takıntısından haberi vardı, ne de Ayça’nın Selim’in gönüllü abiliğinden. Çünkü anlatmıyorlardı. Çok utandılar. Birbirlerini aslında nasıl da tanımadıklarını farkettiler. Sabah olduğunda karar vermişlerdi; Ayça telefonundaki tüm o casus uygulamalarını sildi. Hatta bazı sosyal medya hesaplarını da. Artık ucunun nerelere varacağı bilinmeyen tehlikeli ‘stalk’larla boşa vakit harcamayacaktı. Oh be dünya vardı. Hayat doğal akışında, güven içinde ne de rahattı. Belki de uzun zaman sonra yeniden mutlulardı. Ama… Ta ki Ayça, 3 ay sonra katıldığı bir dijital pazarlama etkinliğinde, kahve molasında uzun zamandır görmediği bir arkadaşıyla sohbet ederken yeni bir uygulama keşfedene kadar…
~ Bitti ~